Portekiz, adını duyunca bende merak duygusu uyandıran; ama gitme planımın hiç olmadığı bir yerdi. Gözüme haritada bile oldukça uzak gözüktüğünden herhalde, önce yakınımdaki şehirlere, ülkelere gidebilmekti hedefim.

Ansızın bir projeye seçilince kendimi, elimde Lizbon biletimle havaalanında beklerken buldum :) Sonraki 10 günüm büyük mutluluklarla doldu taştı.
Lizbon Portela Havalimanı (Aeporto de Lisboa)'ndan şehir merkezine metroyla ulaşılabiliyor. Ama metroya indiğimizde şansımıza bilet makinelerinin bozuk olması ve gördüğümüz 2 saat bitmeyecek sırayla tercihimizi taksiden yana kullanmayı düşünüyoruz. Taksi bekleme katına çıktığımızda öğrendiğimiz acı gerçek; taksi için de uzun sıralar bekleneceği. Ama yine de size tavsiyem taksiyle merkeze gitmeniz. Hem 10-15 Euro gibi uygun fiyatlarla sizi merkeze götürüyorlar; hem de sıra daha hızlı ilerliyor.


Lizbon'da ilk gecemde uyuduğum şu koltuklar da burada bi hatıra kalsın :)
Taksiye binmemizle çevreyi inceleye inceleye gidiyoruz, biraz da tedirginlikle. Çünkü Portekiz'de çoğu taksi şoförü İngilizce bilmiyor. Haritada yerini göstererek, gitmek istediğimiz yeri Portekizce'ye çevirerek anlaşmaya çalışıyoruz. Neyse ki sorunsuz şekilde merkeze ulaşıyoruz, sonuçta taksiciler için turistlerin rotası her zaman merkez :) Çevre biraz eski ve bakımsız görünüyor gözüme önceleri. Birçok bina eski ve güzel ama hiç restorasyon yapılmamış. Bu eskilik bende bir miktar hayal kırıklığı yaşatıyor. Ama şehir merkezine yaklaştıkça beğenim artıyor.
Sabahın erken saatlerinde indiğimiz için gezmeye başlamadan önce bir kahvaltı yapmak istiyoruz. Kahvaltı için özel bir yer seçmiyoruz; soğuk sandviçlerimizi elimize almış güzel bir yaz havasında Lizbon'un telaşını izliyoruz. Kahvaltı yaptığımız yerde tanıştığım kişiden ve araştırmalarımdan da öğrendiğim kadarıyla gezimize başlıyoruz. Bu arada, kahvaltıda tanıştığım kişi Türkiye'nin buradan çok daha güzel olduğunu söylüyor, gururlanıyorum :)
Kahvaltımızın ardından arkamızı dönmemizle büyükçe bir yokuş görüyoruz. Ama her sokak yokuş olduğu için bu yokuşlardan maalesef ki kaçış yolumuz yok :) Sonuçta İstanbul'un yokuşlu yollarından geldik, bize koymaz diye düşünüp başlıyoruz çıkmaya. Şehir, sokak sanatı konusunda oldukça gelişmiş. Bazı sokaklara bakımsız izlenimi verse de yer yer hayranlık uyandıran resimlerle gözlerimizi duvardan ayıramadığımız oluyor.

Lizbon'u simgeleyen ne var derseniz herkes size tarihi sarı tramvayları söyleyecektir. Sokaklara renk katan bu güzel tramvaylar oldukça eski olmalarına rağmen hala şehir hattı olarak kullanılıyor. Hatta şehrin en güzel yerlerinden geçiyor. Vaktiniz kısıtlıysa bu tramvayla bir şehir turu atmanız bile mümkün.



Yokuş dönüşü kendimizi Rua Agusta caddesine bırakıyoruz. Burası, Lizbon'un en hareketli caddesi. İnsanlar hem alışveriş için hem de restoranlarda oturmak için buraya geliyorlar. İstiklal Caddesi'ne göre biraz daha dar olan bu caddeden aşağıya doğru yürüyünce kendimizi Tagus/Tejo Nehri'nin yanında buluyoruz. Lizbon; birçoğumuzun düşündüğü aksine Atlas Okyanusu yanında değil, okyanusa açılan Tagus Nehri kenarında bulunuyor.

Bu nehir ve üzerindeki 25 Nisan Köprüsü/25 de Abril Bridge bizde İstanbul'daymışız izlenimi uyandırıyor. Tabi, yokuşlu yollarının da İstanbul'u hissettirdiği bir gerçek :) Köprünün bağlandığı kısmı soracak olursanız Amada'ya bağlanıyor. Ancak ben geçme fırsatı bulamadığım için bu kısım hakkında maalesef bilgi veremiyorum.


Rua Agusta'dan nehir kenarına doğru yürüdüğümüzde Praca do Comercio meydanına çıkıyoruz. Burası Lizbon'un en meşhur meydanı.


Meydanda Ribeira Sarayı ve meydanın ortasında King Jose 1’in at üzerinde bir anıtı bulunuyor. 1755'te meydana gelen depremde bir kısmı yıkılan saray sonrasında tekrar onarılmış. Sarayın tam ortasında ise birçok Avrupa ülkesinde de bulunduğu gibi caddeye çıkan Arco da Rua Augusta yer alıyor. Nehir tarafından sağa doğru yürürseniz 25 Nisan köprüsü ve İsa Heykeli'ni de görmüş olacaksınız. Benim bu meydan ile ilgili düşüncem; bende İstanbul'dan çok, Selanik izlenimi yaratması oldu. Aynı meydan, meydanın karşısında deniz/nehir, meydandan şehir içine gidilen ve meydanın tam arkasında kalan çarşı caddesi..



Meydandaki kafelerde bir kahve molası verip wifi'larından da yararlanabilirsiniz :) Hattını açtırmayan kişiler için bir diğer tavsiyem de Rua Agusta caddesi boyunca kafe ve restoranların şifre istemeyen wifi'larına bağlanabiliyor olmanız olacak ;) Ayrıca bira sever biriyseniz; burada vereceğiniz molalarda Portekiz birası olan Super Bock'ı denemeyi unutmayın.

Bu çevrede gezdikten sonra şehrin içerisine ilerlemeye karar veriyoruz ve Lizbon'a yukarıdan hakim olabilmenin en güzel yollarından biri olan Elevador de Santa Justa'ya doğru ilerliyoruz. Bu asansörün en ilginç yanı asansör sayesinde şehrin bir diğer noktasına geçebiliyor olmanız. Bir asansörün sokakları bağlamasından (Baixa bölgesinden Largo do Carmo'ya çıkarıyor) da yokuşlar ile ilgili ne kadar haklı olduğumu anlamış olacaksınız :)

Asansör için gidiş+dönüş bilet almak 5 Euro. Tepe noktaya ulaştığınızda birkaç merdiven ile manzarayı kucaklayabiliyorsunuz. Asansöre kadar geldiyseniz Rossio meydanına doğru yürüyüp kesinlikle o çevreyi de görmelisiniz. Ayrıca bu yolu neden bilmiyorum ama çok huzurlu buldum; bence aşağıdaki fotoğraf da huzuru simgeliyor :) Bu arada, Hard Rock tutkunları için Lizbon'un Hard Rock Cafe'si de bu cadde üzerinde bulunuyor.

Buranın en meşhur mekanı ise tabiki de 'A Ginjinha'. Lizbon'a özgü olan yer vişne likörünü markalaştırmış. Portekiz'de her yerde bulabileceğiniz bu likörün yapım yeri ise burası :) Likörleri vişneli veya vişnesiz isteyip istemediğinizi size soruyorlar. Bu küçük dükkanda sadece shot olarak bu likör satılıyor. "1 shot = 1 Euro." Shotlar küçük olsa da etkisinin büyük olduğunu daha ilk shottan sonra anlayabileceksiniz :)


Shotları devirdikten sonra hem ihtiyacımız olan birkaç parça şeyi alabilmek hem de burada meşhur olduğunu duyduğumuz yakınımızda bulunan bir alışveriş merkezine gittik: Armazens do Chiado. Oldukça küçük olan bu alışveriş merkezinde en çok ilgimi çeken yer 'Vodafone' oldu; aşinalık :) Dükkanlar küçük ve sayıca oldukça azdı. Yine de ihtiyacınız olursa bu avm'ye uğrayabilirsiniz. Ayrıca alışveriş merkezine giderken geçeceğiniz Rossio Meydanı pek çok önemli kutlamaya, mitinglere, ayaklanmaya, boğa güreşleri ve gösterilere ev sahipliği yapmış olup Lizbon halkı için önemli bir nokta.


Buradan çıktıktan sonra Lizbon'a gelmişken asla yenmeden dönülmeyecek 'nata' tatlısını yemeye gidiyoruz; çok meşhur olduğunu duyduğumuz bir pastaneye. Pastelaria Benard'ı Armazend do Chiado alışveriş merkezini arkamıza alıp dümdüz gidince sokağın daraldığı kısımda buluyoruz. Yalnızca yayaların olduğu bu sokakta en çok ilgimizi çeken; öğrenciler oluyor. Öğrencilerin hepsi okul kıyafetlerinin üzerine pelerinler giymiş. Bi an kendimi Harry Potter'da sanmadım değil :) Konuşunca öğreniyorum ki yaz aylarında bile bu siyah pelerini giymek zorunluymuş, o sıcakta bile giydiklerine göre kuralcı bir düzenleri olduğunu anlıyorum.


Nata; içinde puding bulunan dışı da milföyden olan bir tatlı gibiydi ve gerçekten lezizdi. Aslında bu tatlının meşhur olduğu yer; Pasteis de Belem. Ancak bizim Belem tarafına gitmek için vaktimiz olmadığından Lizbon merkezinde yiyebileceğimiz en elit ve tarihi yerde, mekanın dışına atılmış masalarda yiyor ve hayran oluyoruz. Tatlıyı; tarifini alacak kadar çok beğendiğimi söylesem belki yeterli olur :)
Lizbon tarihini, büyük Lizbon depremini görmüş geçirmiş olan Lizbon katedrali kime sorsa gösterilecek bir ara sokakta. Bu katedrale giriş ücretsiz.

Gelelim hediyeliklere. Eğer hediyelik alacaksanız merkezden uzak ara sokaklara girmeniz konusundaki tavsiyem Lizbon'da da geçerli :)
Benim gitmediğim ama okuduklarıma dayanarak gitmenizi tavsiye ettiğim yerler; Castelo de Sao Jorge, Sintra ve tabiki Torre de Belem.

Torre de Belem
Portekiz'de yapmadan dönmeyin dediğim kesinlikle doğal ve fiyat olarak da oldukça uygun Portekiz şarabı içmek (ben bunu Lizbon'dan sonra geçeceğim Fornos de Algodres'e sakladım) ve aktivitelerinize kesinlikle eklemeniz gereken son şey ise fado dinleyerek buradan ayrılmanız olmalıdır. Fado; balıkçı, kaşif ya da denizci olan sevgililerini, eşlerini denize uğurlayan ve onların geri dönmesini umutla bekleyen 19. yy Portekiz kadınlarının artık beklenen yakınlarının geri gelmemesi üzerine denize karşı yaktıkları ağıtlardan türemiş, bu yüzden de; derin acıların, hüzünlerin, özlemin, nostaljinin ve aşkın ifade edildiği bir halk müziği türüdür. Lizbon'da pek çok fado evi bulunuyor. Ancak benim Portekiz seyahatim daha 9 gün daha devam edeceği için ben fado deneyimimi Fornos de Algodres'te başka bir akşama ayırdım. Fornos'u anlattığım yazımda sizinle paylaşıyor olacağım :) Sayfayı bir de bu müzikle okursanız belki bu halkın tarihiyle birlikte gözünüzde canlandırabilmiş olurum bu şehri :)

Bize bu kadar benzeyen insanı, özellikle bir Ege'li olarak memleketime çok benzettiğim iklimi, İstanbul'u andıran boğazı, ve Selanik'e benzerliğiyle özellikle ben gibi muhacırların daha da ısınacağı bir şehir oldu benim için Lizbon :) Bir proje tesadüfü, böyle büyük 'iyi ki'leri doğurduğu için kendimi şanslı hissederek ayrılıyorum bu şehirden, e tabi bir de üzerimde minik bir yorgunlukla :) Rotamız Fornos; atıyoruz kendimizi trene.

Turistler nereye gittiklerini, gezginler nereye gideceklerini bilemezlermiş. Baksanıza; plansız olarak birden çıkan bu geziyle galiba gerçek gezgin olmaya başlıyorum :)
