Red Light District, Coffee Shop, Bulldog, Vondelpark, enfes patatesleri, rengarenk laleleri ve daha nicesi.. Konu başlığına ne yazsam diye düşündüm ancak Amsterdam hayatını " ! " gibi bir noktalama işareti ifade etmeye yetiyor bence, gidenler bu konuda bana katılacaklardır :)

Portekiz seyahatim için uçak biletlerine bakarken aktarma noktası için Schiphol seçeneği elbette ki Amsterdam'a daha önce gitmemiş biri için oldukça cazip bir seçenekti. Grubumuzda gidenlerin bile yeniden ve yeniden gitmek istedikleri bu yerden ayrıldıktan sonra ben de onların ne kadar haklı olduğunu anlamıştım. Hele ki Eylül sonlarına doğru gitmiş olmamıza rağmen ceketsiz gezmemizi sağlayacak güzellikteki hava, bize yaptığı kıyakla günün her saatinde buraya daha da hayran olmamızı sağlıyordu.
Sabah 8.00'de Schiphol Havalimanı'na inmemizin ardından 12 saatten fazla bir süremiz bulunuyordu Amsterdam için. Gezmek için yetti mi derseniz, evet. Amsterdam merkez etrafında toplanmış ve kolayca gezilebilecek bir şehir. Ama tadına varmak için yetti mi derseniz, elbette ki cevabım hayır olacak. Burayı bırakıp gitmekistemeyeceğim bir şehir oldu Amsterdam benim için.

Schiphol Havalimanı oldukça büyük; birçok uçağın aktarma noktası olmasını da çok iyi değerlendirmiş durumda. Havalimanının içindeki tren istasyonu birçok yere ulaşmanızı sağlıyor. Trene bindikten 20 dakika sonra kendinizi Amsterdam Central Station durağında bulacaksınız. Bu istasyondan dışarı çıktığınızda ise Amsterdamda olduğunuzu hissedip tebessümlerinize engel olamayacaksınız. :)


Tren biletleri için makinelerden almanız gidiş ve dönüş toplam bilet tutarınızı 1 Euro daha ucuza getirmiş olmanızı sağlayacak. Ayrıca bu makinelerden kredi kartı ile de bilet alabilmek mümkün. Bileti aldıktan sonra 'Amsterdam CS' yazan yöne ilerlemeniz sizi doğru trene ulaştırmış olacak. Burada sizi uyarmam gereken öğrendiğim şey; eğer ki trene geçerken biletinizi okutmazsanız (biletsiz geçiş de yapılabiliyor) trendeki kontrol sırasında cezaya maruz kalabilirsiniz.
İstasyondan çıktığımızda şansımıza bisiklet turnuvalarının olduğu güne denk gelmiştik. Her yer bisikletli genç, yaşlı insanlarla doluydu. Zaten normalde de bisikletin eksik olmadığı bu şehirde böyle bir güne denk gelmemiz İstanbul'daki araba kalabalığından bıkan bizler için büyük şans oldu :)
Eğer ki Amsterdam'da konaklayacaksanız aldığım tavsiyeler otelinizin 'Central Station'a yakın olması yönünde. Ama her yere yürüyerek gidebildiğiniz için (bütün sokaklarda yürümek isteyeceksiniz) bence oteliniz her yerde olabilir, Red Light'ta bile :D

Gezintimize istasyondan çıktıktan sonra tam karşımıza çıkan caddede (Damrak caddesi) dümdüz ilerleyerek başlıyoruz. Cadde; bisikletler için ayrı, tramvay için ayrı, yayalar için ayrı, araçlar için ayrı 4 bölümden oluşuyor. Kaldırım boyunca parkedilmiş bisikletlerin yanından yürüyoruz. Uzun süre kalacak kişiler için burada sırasıyla girecekleri birçok müze var.


Cadde boyunca sağ tarafta birbirinden leziz peynirlerin satıldığı ve tadımlarının yapıldığı peynir dükkanları, sexmuseum, birden çok turizm ofisi, hediyelik eşya dükkanları, restoranlar, insan iskeletinin hatta derinin altında yatan her bir detayın sergilendiği 'body world museum', casinolar ve mağazalar sıralanıyor. Sol tarafta ise buranın en eski kilisesi De Oude Kerk'i görüyorsunuz. Her birini incelerken caddenin ne kadar uzun olduğunun farkına varamayıp şehrin kalbi Dam Meydanı'na ulaşıyoruz.




Festival zamanına denk geldiğimizden Kraliyet Sarayı'nı, önünde sahne ve sahne dışında gösteri yapan insanlarla birlikte görüyoruz. Bu saray; 1655 yılında Belediye Binası olarak yapılmış ve bir zamanlar Avrupa'nın en büyük yönetici binası olarak geçmiş. Şu an kullanılan yeni kilise ise bu sarayın hemen yanında yer alıyor.

Meydanda ziyaret edebileceğiniz bir diğer yer Madame Tussaud's müzesi. Hem toplam 1 günüm olduğundan hem de Londra'da bu müzeye girmiş olduğumdan burayı es geçiyorum. Girecek kişiler için ise giriş fiyatının 25 Euro civarı olduğunu söyleyebilirim. Bileti internetten alırsanız daha uyguna geliyor, dilerseniz buradan inceleyebilirsiniz. Ayrıca meydanın arka paralelindeki Kalverstraat'ta araba girmeyen ünlü bir alışveriş caddesi. Buraya gelmişken bir şey almasanız bile bu caddede bir yürüyüş yapabilirsiniz.

Meydanda fotoğraflarımızı çektikten sonra tam karşıdaki sokağa doğru ilerliyoruz. Sokağa girmeden karşımıza çıkan meydandaki büyük anıtın II. Dünya Savaşı'nda ölenleri anma amacıyla böyle bir merkezde olan Ulusal Anıt olduğunu öğreniyoruz. Bu caddeye girmeden Dam Meydanı çevresinde benim ziyaret edemediğim ama okuduklarımdan dolayı size gitmenizi tavsiye edeceğim Anne Frank Evi bulunuyor. Amsterdam'a gelmeyi çok önceden planlayan herkesin en az 1 ay öncesinde ancak bilet bulabildiği bu müze; yahudili küçük bir kız olan Anne Frank'ın, Hitler zamanında ailesiyle birlikte saklandığı ev. Küçük kız bu evde o günleri anlatmış, toplama kampına götürüldüklerinde ailesinden sağ kalan tek kişi olan babası ise kızının günlüğünü kitap haline getirmiş. Hayatını, on altı yaşında bir Nazi kampında kaybeden Anne Frank, "Eğer yalnız ve mutsuzsan, o zaman güzel havalarda, çatıdan gökyüzünü seyretmeyi dene." diyor. Özellikle kitabı okuyanların çok daha fazla etkileneceği bu müzeye gitmek istiyorsanız buradan bileti alabilirsiniz. Dediğim gibi 1 ay önceden bulabilmeniz şans olacak; ben gidemedim siz gidin :)


Diğer sokakları anlatmaya çok dalmadan Ulusal Anıt'ın yanındaki sokaktan bahsetmeye devam ediyorum :) Sokakta hem çeşit çeşit restoranlar hem de hepsi birbirinden farklı minik alışveriş/eğlence dükkanları bulunuyor.



Yaratıcı çalışmalar olan bir çok yer görmek mümkün; burası gibi :)

Amsterdam'ın güzel sokaklarında gezerken her sokakta göreceğiniz patatesçilere uğramayı ihmal etmeyin. Gerçekten tadının çok leziz olduğu, hatta buraya gelmeden okuduğum yorumlarda sırf bu patates için Amsterdam'a gelineceğini belirttikleri kadar var mıymış? Varmış :) Birçok farklı isimde bulacağınız patatesçilerden en iyilerinin 'Vlaams Friteshuis Vleminckx' ve 'Vlaamse Frites' olduğunu okumuştum. Diğerlerini denememiş olsam da gerçekten çok iyiydi. Kağıt külahlarda küçük, orta, büyük boy olarak sipariş ettiğiniz patateslerin küçük boyu bile o kadar çoktu ki onu bile bitirmekte zorlandım. Ayrıca patatesi sosla yemek isteyenler için üstüne istediğiniz sostan ekletme seçeneğiniz de bulunuyor. 2,5 Euro patatese, 0,5 Euro da sosa verip 3 Euro ile karnımızı doyura doyura gezmeye devam ediyoruz.


Patatesimizi yiyerek ilerlerken sokak bizi Red Light District'e bağllıyor. Dünyada böyle başka bir yer var mıdır bilmiyorum ama bu caddede bu şehrin ne kadar özgür olduğunu anlayabiliyorsunuz :) Uyuşturucunun, fuhuşun serbest/yasal olması; halkın böyle açık görüşlü olması da bu şehrin doğal güzelliği kadar turist çekebilmesinin bir diğer sebebi. Cadde anlatıldığında tedirgin olanlar bence hemen bu tedirginliğini bir kenara bıraksın. Çünkü burası turist ailelerinin bile çocuklarıyla güvenle gezebildiği bir cadde. Ayrıca bu sokağın sürekli kamerayla izlendiğini söylemekte de fayda var.


Red Light; uyuşturucu satılan ve içilen mekanların, erotik shopların fazlasıyla olduğu, genelevlerin sergilenerek işletildiği bir cadde. Gerçekten bu kadarına ihtimal vermezken camlarda kendilerini sergileyen kadınların olduğunu görünce bir süre hayret ediyoruz. Belki de bu yüzden olacak ki sürekli polis kontrolü altında. Ayrıca fotoğraf çekmek kesinlikle yasak, ama tabi bu yasağı çiğneyip çekebilen de birçok insan var :)

Adına yakışır kırmızı ışıklı bir fotoğrafı da görmeniz gerek
Yalnızca bu caddede bulunmayan, ara sokaklara da yayılmış olan Coffee Shop'lar uyuşturucu satılan yerlere genel olarak verilmiş bir isim. The Bulldog bunların en ünlüsü. İçeride uyuşturucu kullanıp satın alınabiliyor, ancak dışarıda kullanılması yasak. Ayrıca bulldog'ların içerisine girmeseniz bile önünden geçerken kokuyu alabiliyorsunuz. Ayrıca hem burada hem de ara sokaklarda Magic Mushroom Shop'lar bulabiliyorsunuz. Böyle ilginç, farklı bir yer dünyanın başka yerinde var mı bilmiyorum. Tek bildiğim buraya kesinlikle gelmeniz gerektiği :)




Buradan ayrıldıktan sonra kanalların üzerlerinde yürümeye başlıyoruz. Her kanal, her sokak birbirine benziyor; hepsi çok güzel. Kaybolma endişeniz olabilir ama hiç tedirgin olmayın; Amsterdam küçük bir yer. Her köprüde manzaranın fotoğrafını çekmek için duruyoruz, sonra fotoğraflara dönüp baktığımızda ise hepsinin birbirine benzediğini farkediyoruz :) Ama her yer size kesinlikle burada da fotoğraf çekmeliyim hissi yaratıyor, tutamıyorsunuz.





Kanallar arasında bir köprüden diğer köprüye geçtiğimiz yürüyüşümüzden sonra Mata Hari isimli bir mekanda soluklanıyoruz. Buraya gelmişken de Heineken'den başka bir şey içmem uygun olmaz diye düşünerek güneşin içimi ısıttığı, ceket bile giymemize gerek kalmayan bu güzel havada kanal kenarında biramızı yudumluyoruz. Güzel sohbetler de bu anın tadını arttırmış oluyor.


Molayı çok uzun tutmayıp laleleriyle ünlü bu şehrin meşhur Çiçek Pazarı(Bloemenmarkt) 'na gidiyoruz. Lalenin her rengini buluyoruz burda. Sadece lale de değil, rengarenk çiçeklerin ortasındayız. İnsanın içi cıvıl cıvıl oluyor bu güzellikler karşısında. İsterseniz lale soğanları da alıp yetiştirmeyi deneyebilirsiniz. Benim buradan dönüşüm İstanbul olmayacağı için ben alamadım, Türkiye'de ne kadar yetiştirilir orası da şüpheli ama böyle farklı renklerde bu kadar çok laleyi başka yerde bulabileceğinizi sanmıyorum, kaçırmayın :)


Çiçekler arasında bir tur attıktan sonra şu meşhur 'I Amsterdam' yazısını bulmam gerektiğini düşünüyorum. Bu yazı tek bir yerde sabit durmayan bi yazı olup ara ara yer değiştiriliyormuş. Ancak Rijksmuseum'un arkasındaki yazının yerinin değişmediğini bildiğimizden kendimizi garantiye almak için oraya gidiyoruz. Müzenin arkasına geçtiğimizde bir de ne görelim; o ne kalabalık. Neredeyse yazı gözükmeyecek. Yazının tamamıyla fotoğraf çekilebilir miyim diye deniyorum ama yok; harfler bile kapanıyor. Beni tatmin edemeyen bir fotoğrafla buradan ayrılıyorum; ama olsun bu yazıyı görmeden dönsem içimde kalırdı. Buradaki 3 müzeye (Rijksmuseum, Van Gogh Museum, Stedeljik Museum) de girememenin içimde kaldığı gibi:(




İçimde kalmak demişken; Rijkmuseum'un çok yakınlarında Heineken bira fabrikası bulunuyor. Biz saatini kaçırdığımız için Heineken Experience'a katılamıyoruz. Türkiye'de şirketlere düzenlediğimiz teknik geziler gibi aslında. Biranın üretim aşamalarının gösterilip tadımların yapıldığı bir aktivite. Yine de buraya gelmişken katılabilsem fena olmazdı. Ama düşünüyorum da günübirlik Amsterdam turuna neleri sığdırdım, 3-4 gün kalanların bile tekrar tekrar gelmek istediği bu şehre sizce de tekrar gitmem gerekmiyor mu? :)

Tren istasyonuna doğru ilerlerken halkının kafein bağımlısı olduğunu bildiğimiz bu şehirde bir yorgunluk kahvesi içmeden dönemeyeceğimizi biliyoruz. Hem de telefonumuzu şarj etmeye ihtiyacımız var; malum önümüzde bir Lizbon yolculuğu var. Bizim tercihimiz bu kez ara sokaklarda daha sakin olan 'Het Karbeel'den yana oluyor. Kahvenin tadında mükemmel diyebileceğim bir farkındalık hissedemesem de kahve bana her zaman iyi geldiği için yorgunluğumu alıyor. Benim gibi kahve tutkunları için Amsterdam'daki kahve duraklarını inceleyebilirsiniz. Yanına söyleyeceğiniz tatlı ise Amsterdam'a özel olacağı için kahveden daha cazip gelebilir :)


Yazımı bitirmeden bu güzel şehir ile ilgili bilinmeyen birkaç gerçeği oraya gitmeden öğrenin istiyorum. Hem diğer Avrupa şehirlerinden farklı olan hem de böyle doğal güzelliğin görülebileceği bu özgür şehri bırakmak istemeyeceksiniz, hatta uçaktan şehre baktığınızda tekrar gelmek için kendinize söz vereceksiniz :)
En az benimki kadar farklı deneyimler yaşayacağınızı garanti edeceğim bu şehre ömrünüz boyunca mutlaka bir kere gidin, işte o zaman buradan Dünya üzerinde başka bir tane daha olmadığını anlayacaksınız. Eşsiz güzellikteki yerler görmeniz dileklerimle..
